6 Eylül 2011 Salı

Güç, Piyasa, BM

Birleşmiş Milletler'in Mavi Marmara Olayı ile ilgili yayınladığı rapor Birleşmiş Milletler'in her zamanki tavrı etrafında gelişti ve yine haklı olanın değil lobisi ve gücü çok olanın tarafında bir rapor olarak karşımıza çıktı. Raporun yayınlanması ile de Türkiye'de haklı ancak geç kalınmış hatta bence eksik kalan büyük tepkiler oluştu. Tepkilerin neden haklı olduğunu bir kez daha anlatıp zaten yapılan yorumları tekrar etmenin bir anlamı yok. Ancak neden geç kalındığından ve neden eksik kaldığından etraflıca bahsetmek gerekiyor.
Mavi Marmara Gemisi'ne yapılan baskın bundan bir buçuk yıl evvel gerçekleşti. Hatırlatmak gerekirse İsrail askeri uluslararası sularda gemiye çıkartma yaptı ve 9 masum insanı katletti. Amacı sadece insanlık ve hukuk dışı bir ablukayı delmek olan, üzerinde tek silah barındırmayan Barış gönüllüsü insanların canına kast eden İsrail'e karşı olay anında tepkilerimiz hangi boyutta kaldı? Hatırlayalım, İsrail'e özür dileyin yoksa diye başlayan tehditler savurduk, büyükelçimizi sadece görüşmek üzere kısa süreliğine geri çağırdık, tazminat ödemeleri gerektiğini söyledik. Bunlar hükümet nezdindeki çıkışlarımızdı. CHP Lideri Kılıçdaroğlu ve Fethullah Gülen gibi siyaset ve kanaat önderleri ise Mavi Marmara gemisinin ve İHH'nın suçlu olduğunu söylediler. Bu taraftaki ortak kanaat şu şekilde idi: İsrail, Filistin topraklarındaki otoritedir ve bu otoriteye saygı duymak gerekir. Bu cümlenin açıklaması şudur: Güç sahipleri mazlumlara istediklerini yapmakta özgürdür. Bizler ise ses çıkarmadan bu güce boyun eğmeli ve hiçbir mazlumun yardımına gitmemeliyiz!
Hükümetin başlangıçtaki tavrı yaptırım yerine kuru tehditlerle sınırlı kaldığında ve iş Birleşmiş Milletler'e havale edildiğinde anlamıştık ki Mavi Marmara Olayı uluslararası boyutta yitip gidecekti. Zira Birleşmiş Milletler, kuruluş amacını çoktan yitirmiş, sadece güce ve lobiye boyun eğen, mazlumun değil zalimin yanında olan garip bir kuruluştur. Srebrenitsa gerçeği ortadayken Birleşmiş Milletler'den herhangi bir mazlum milletin yanında olmasını beklemek zaten abesle iştigaldi.
Bugün BM'nin raporundan sonra hükümetin tepkileri tam da yukarıdaki sebeplerden dolayı geç kalınmış tavırlardır. Bu tavırlardan hiç değilse ilişkileri 2. katip seviyesine indirme tavrı olay gerçekleştiğinde ortaya konulsaydı kesinlikle İsrail bugünkü küstah tavırla hareket edemez, BM ise bu raporu bu şekilde oluşturmaktan hiç değilse imtina ederdi. Uluslararası arenada haklılığımız anlatmak yerine İsrail'le ilişkilerin dengesini korumaya çalışmak her platformda elimizi zayıflatmış ve İsrail'in haklı olduğu izlenimini doğurmuştur. Zira, haklı taraf gibi davranamadık! Hükümetimizin denge politikası maalesef bize değil İsrail'e puan kazandırmıştır.
Ayrıca, hükümetin tepkileri geç kalınmış olduğu kadar eksiktir de. Çünkü Zafer Çağlayan'ın söylediğine göre İsrail'le ekonomik ilişkilerimiz aynen devam ediyor! Perde önünde İsrail'e diplomatik yaptırımlar uygulayan hükümetimiz ticari ilişkiler söz konusu olduğunda nedense aynı tutarlılığı gösteremiyor! Hem de o İsrail Gazze ablukasını kaldırmayı bırakın genişletirken! Ve bu tavrın sahibi Başbakan ise gittiği her yerde Filistin'in hamisi rolünü üzerinde taşıyor! Ortada 9 tane şehit varken, uluslararası sularda vatandaşlarımız katletilmişken hâlâ piyasayı düşünüyor olmak ciddi anlamda talihsizliktir.
Sayın Başbakan'a ve Sayın Davutoğlu'na önerim bir an evvel İsrail ilişkilerinde şeffaf ve kararlı olmalarıdır! Perdenin önünde bağırıp çağırıp sonra ticaret falan diye katil ve terörist bir devletle ilişkileri devam ettirmek sadece kendilerini kandırmaktır. Vesselam.

14 Temmuz 2011 Perşembe

Medeniyeti Ayağa Kaldırmak -2-


Bir önceki yazımda medeniyeti ayağa kaldırmak için ilk koşulun gerçekten ‘milli ve manevi’ özellikleri haiz bir eğitim sisteminin gerektiğinden bahsetmiştim. Tabir caizse var olan sistemsizlik yıkılıp yerine gerçekçi, bilimsel ve en önemlisi milli ve manevi değerlerimizin gereklerini taşıyan bir sistem kurulmalıdır. Peki, bu sistemin içinde neler olmalı, neler yapılmalıdır?
Öncelikli olarak okul öncesi eğitimden başlayarak yapılacak olan yapılandırmada yabancı dil öğretimi tasfiye edilmelidir. Dünyada hiçbir bağımsız ülkenin ilköğretim kademesinde yabancı dil eğitimi yokken bizde neredeyse beşikte yabancı dil öğretilmesi çocuklarımızın düşünce yapısını değiştirmekte, tahrif etmektedir. Bilimsel bir gerçeklik olarak, anadilin düşünme sürecini tamamen etkilediği, her bireyin kendi anadilinde ve kültüründe düşünme becerisine sahip olduğu ortadayken ilköğretim ya da öncesinde yabancı dil eğitimi çocuklarımızın düşünce dünyalarını ‘şizofren’ bir yapıya sürükleyecektir. Bunun önüne geçebilmek adına ilköğretimin ilk beş yılında yabancı dil eğitiminin verilmemesi gerekir. Okul öncesi eğitim bir başka sıkıntısı da yaygınlıktır. Tüm Türkiye sathında okul öncesi eğitimin var olmadığı tek bir köy dahi bırakılmamalı, fiziki şartlar ve eğiticiler derhal yetiştirilerek bu ilkel sıkıntı giderilmelidir.
İlköğretimde zorunluluk sınırı yine 8 yıl olarak kalmakla beraber, mutlaka 5+3 yapısına dönülmelidir. Bu yapının kurulması ilk kademede tüm öğrencilerin ana derslerle ilgili temel kavramları öğrenmesine yönelik olarak gerçekleştirilmeli, ikinci kademeye geçişte mutlaka bilimsel verilerle öğrencilerin ilgi ve yetenekleri çerçevesinde mesleki, teknik, sosyal ya da sanat eğitimine yönlendirilmesi gerekleştirilmelidir. Mevcut sistemin herkesi aynı gören, herkesi aynılaştırmaya çalışan yapısının değiştirilmesi için en önemli şart budur. Örnek vermek gerekirse, Türkçe dil bilgisi; kelime, deyim ve atasözü bilgisi Türkçeyi etkin kullanmak açısından herkesin sahip olması gereken bilgilerdir. Ancak edebiyat bir merak işidir ve herkese edebiyat öğretmeye çalışmak hem öğreticiye hem öğrenciye ciddi anlamda sıkıntı yaratmaktadır. Bu yüzden kurulacak yeni sistemde öğretilecek konularda bu durum gözetilmek zorundadır. Coğrafyadan hiçbir şey anlamayan ve ilgisi ve yeteneği dâhilinde meslek seçecek bir öğrenciye 4 yıl coğrafya öğretmeye çalışmak anlamsızdır. Bunun yapılabilmesi için de öncelikle 5 yıllık sürede mutlaka bilimsel verilerle çocukların ilgi, bilgi, becerileri dikkate alınarak +3 yıllık ilköğretimin ikinci kademesinde ve sonrasındaki orta öğretim kademesinde bu veriler ışığında okullarda ve bölümlerde okutulmaları şarttır.
İlköğretim eğitiminde genel olarak bu çerçevede yapılacak değişim orta öğretimde öğrencilerin alanlaştığı, ileri seviyede eğitim alacağı bir alanı ortaya çıkaracaktır. İlköğretimin ikinci kademesinde ilgi, yetenek ve bilgilerine göre yönlendirilerek alan eğitimi almaya başlayacak öğrenciler ortaöğretimde ise tamamen bu alanlara yönelik okullarda eğitim almaya başlamalıdır. Fen Bilimleri alanında eğitimine başlamış bir öğrenci doğal olarak Fen Lisesi’ne kayıt yaptırmalı ve orada Fen Bilimleri’nin içinde dal seçebilmelidir. Ya da resim dersine yeteneği olan öğrenci ikinci kademede genel olarak aldığı resim eğitiminin ardından mutlaka Sanat Lisesi’ne gitmeli ve resim alanında eğitimini sürdürmelidir. Tabii burada öğrencilerin değişen ilgi alanlarına da riayet edilecek esneklik de mutlaka gösterilmelidir. 11 yaşındayken ressam olmak isteyen çocuğun 15 yaşında başka bir mesleğe yönelmek isteyebileceği de unutulmadan ilköğretimin birinci kademesinde aldığı temel eğitimle birlikte intibak eğitimi ile bu esneklik sağlanabilmelidir.
Orta öğretimde dal seçerek 4 yılını geçirmiş öğrenciler bugünkü gibi bir sıralama sınavı ile değil üniversitelerin ve bölümlerinin kendi belirleyecekleri sistemlerle orta öğretim başarı puanı esasıyla bir sınava tabi tutularak üniversite eğitimine devam etmelidirler. Bu sayede üniversite hocaları bölümlerine gelen öğrencilere ilk iki yıl boyunca bölümle ilgili neredeyse bir intibak eğitimi şeklinde eğitim vermek durumunda kalmazlar ve akademik kısırlığımızın da çözümüne başlangıç anlamında bir katkı yapılmış olur.
Yabancı dil meselesine dönersek, ilköğretimin ikinci kademesinde başlangıçtan itibaren İngilizce, Fransızca, Almanca, Arapça gibi diller seçmeli olarak öğrencilere sunulmalı ve her öğrencinin en az iki yabancı dili olacak şekilde bir eğitim verilmelidir. Yabancı dil eğitimi de yine ilkel metotlardan kurtarılmalı, dinleme ve konuşmaya dayalı bir sistem için gereken fiziki şartlar acilen yerine getirilmelidir. Bu şekilde hem yabancı dil eğitimi İngilizce kısırlığından kurtulmuş hem de Fransızca, Almanca, Arapça mezunlarına da iş kapısı açılmış olur ki ülkemizin en büyük sorunlarından birisinin çözümüne de katkı sağlanmış olur.
Eğitim sistemimiz için yapılacak en önemli değişikliklerden biri ise her öğrencimize mutlaka Osmanlı Türkçesi öğretilmesidir. Bu memleketin tüm evlatlarının mutlaka Osmanlı Türkçesi öğrenmeleri lazımdır ki, medeniyetimizin en önemli tarafı olan tarihimizle barışalım ve tarihini bilerek geleceğe bakabilen nesiller yetiştirelim. Evvela, Kutadgu Bilig, Siyaset-name, Kanun-i Esasi’yi okuyabilmemiz; Fuzuli’den, Şeyh Galip’ten haberdar olmamız lazım. Bunun yanında, Osmanlı Türkçesi öğrenerek kazanacağımız kültür derinliğinin her evladımıza mutlaka çok büyük umdeler kazandıracağını düşünmekteyim. Tarih bilmeden, tarihi hakkıyla öğrenmeden bir gelecek kuramayacağımızdan ne kadar eminsek, Osmanlı Türkçesi’ni öğrenmeden tarihimizi de tam anlamıyla öğrenemeyeceğimizi bilmek zorundayız. Ayrıca, medeniyetimizle kopan bağların bağlanabilmesi de Osmanlı Türkçesi ile mümkündür; dil, kültürün taşıyıcısı olduğuna göre medeniyetimizle bağlarımızı kurtaracak yegâne unsur Osmanlı Türkçesi’dir. Vesselam.

Medeniyeti Ayağa Kaldırmak


İslam Medeniyeti’nin yaşadığı tüm coğrafya, yani İslam Coğrafyası yüzyıllardır gaflet, bölünmüşlük ve dolayısıyla sefalet içinde yaşamakta. Öyle büyük bir sefaletin içinde bulunuyoruz ki, bırakın bütün bir coğrafyanın bütünlük oluşturmasını, İslam Medeniyet Havzası’nda yer alan devletlerin neredeyse hiçbiri kendi içinde bile bir bütün halinde değil. Irak üç parça, Afganistan’da kimin neye hizmet ettiğini anlamak güç, Kafkaslar’daki milletler Rusların elinde perişan, Balkanlar’da Bosna yaşadığı travmadan hala kurtulamadı, Kosova ona keza, Libya, Mısır, Tunus gibi görece daha rahat olan ülkeler ‘Arap Baharı’ adı verilen ama sonbahar gibi görünen bir karışıklıkla darmadağın oldular. İslam Devrimi’nden sonra toparlanan İran her ne kadar bu ülkelerin içinde en iyi durumdaki ülke gibi gözükse de rejim muhalifleriyle yaşanan sorunlar bir yandan, ABD ile sürekli artıp azalan gerginlik diğer yandan İran’ı tehdit ediyor. Belki de tüm İslam Coğrafyası içinde en rahat ülke Suudi Arabistan; kraliyet ailesinin ABD ile iyi ilişkilerinin neticesinde son elli altmış yıldır neredeyse hiçbir büyük sorunla karşılaşmadılar. Petrollerini satıyorlar, Hac Turizmi sayesinde milyar dolarları kazanıyorlar fakat İslam Coğrafyası’ndaki hiçbir ülkeye zerre miktar faydaları dokunmuyor. Bu kategoriye aynı zamanda Birleşik Arap Emirlikleri’ni de katmak mümkün. Zevk ve sefa içinde yaşayan, tüketim çılgınlığının doruklarında gezinen emirlikler de yine İslam Coğrafyası’nda yaşanan her şeye yabancı.
Türkiye ise Osmanlı bakiyesi büyük bir medeniyetin mirasçısı olması hasebiyle bu coğrafyanın en dikkat çeken, hep örnek alınan ülkesi olmakla beraber, doksan yıllık cumhuriyet tarihinde bu rolünü asla iyi anlayamamış ve dolayısıyla kurgulayamamış bir ülke konumunda. Gelişmişlik düzeyini Batı’ya endekslerken, bilim ve teknoloji ile kültürün apayrı şeyler olduğunu unutan, bunun sonucunda da yaklaşık dört yüzyıldır büyük bir kültür buhranı yaşayan Türkiye, İslam Coğrafyası içinde belki de en fazla sorumluluğu olan ülkedir. Osmanlı Gerileme Devri’nden itibaren Batı Dünyası’nı hep bir medeniyet projesi olarak algılamakla yaptığımız hatalar Osmanlı’yı yıkılmaya sürükledi. Bunu durdurmaya ve geri çevirmeye çalışanlar ise hep ‘irticacı’ damgası yediler. Abdülhamit Han’a ‘Kızıl Sultan’ damgasının vurulması, ‘baskıcı’ ilan edilmesindeki temel sebep de aslında Sultan’ın Batı’daki ilerlemeyi kabul etmekle birlikte Batı Medeniyeti’nin kültürümüz içinde yeri olmadığını bilmesi ve ıslahatlarda bu tehlikeyi savuşturmak istemesindendi. Milli Mücadele esnasında halk da Mustafa Kemal de aslında İslam Medeniyeti’nin esasları içinde bir mücadele vermiş ve Kurtuluş Savaşı böyle bir ruhla kazanılmıştı. Fakat cumhuriyetin başından itibaren yapılan inkılâplardaki bazı hususlar yine Batı’yı ve onun medeniyetini örnek kabul ederek yapılınca, köklerimizle aramızdaki uçurum doksan yıllık cumhuriyet tarihinde giderek arttı. Bugün geldiğimiz noktada yaşadığımız Medeniyet Buhranı’nın en temel sebeplerinden birisi de maalesef bu inkılâplardır. Genel olarak, Batı Medeniyeti’ni ulaşılması gereken bir hedef olarak kabul etmek; dinimize, yaşam tarzımıza, kısacası medeniyetimize uygunluğunu düşünmeden “Batı’da ne varsa iyidir.” düşüncesi ile Batı’yı bire bir taklit etmek, bugünü hazırlamıştır. Bugün, bütün İslam Coğrafyası ile birlikte Türkiye, pusulasını kaybetmiş bir gemi gibi okyanusun ortasında yalpalamaktadır.

Medeniyet Eğitimle Başlar
Medeniyetimizi ayağa kaldırmanın sacayaklarının belki de en önemlisi eğitimdir. Eğitim sisteminin gerçekten ‘Milli ve Manevi’ vasıflarda yeniden yapılandırılmasından gayrı bir çözüm önerisi de yoktur. Batı medeniyetinden alınmış, bilimsellikten uzak ve adeta bir kopya sistemi olan eğitim sistemi içinde sürekli değişiklikler yapılarak hiçbir yere varamayız. Has Parti’nin seçim beyannamesi bu açıdan da bir kurtuluş öngörüyordu ancak Has Parti meclise giremediğine göre her yıl toplanan Milli Eğitim Şurası’nın cidden bir ‘şura’ niteliğinde toplanıp eğitim sistemimizi gerçek bir eğitim sistemi haline getirmesi şarttır.

 Bilimde ve fende batıyı örnek almak mantıklıydı belki, fakat batının eğitim metotlarının ya da okul düzeninin Türkiye’ye bire bir kopyalanması ne kadar doğrudur? Aşağı yukarı dört yüzyıllık süreçte kaç tane Mimar Sinan, kaç tane Ali Kuşçu yetiştirebildik? Evet, Mimar Kemaleddin, Oktay Sinanoğlu, Cahit Arf gibi mümtaz bilim ve ilim adamları yetiştirdik fakat onlardan ne kadar faydalanabildik?
Eğitim öğretim konusundaki eksiklerimiz ve hatalarımız o kadar büyük ki bu hatalardan tamamen dönmeden Medeniyetimizi yeniden inşa etmemiz imkânsız gözükmektedir. Eğitim öğretim alanında öyle büyük hatalarımız var ki, bugün başlasak belki 20 yılda düzelmeleri görmemiz mümkün olur! Bir kere Arap alfabesinin yerine Latin alfabesini koyduktan sonra, çocuklarımıza Osmanlı Türkçesi’ni öğretmemek 1940lardan sonra bütün bir Cumhuriyet neslinin geçmişiyle bağlarını kopartması anlamına gelmektedir. Bir nesil düşünün ki bırakın ilmi ya da tarihi eserleri, dedesinin yazdığı yazıyı okuyamıyor; belki dedesinden kendisine kalan tek hatıra olan bir mektubu okumaktan aciz bırakılmış. Batı medeniyetini örnek alırken keşke batılıların Rönesans ve Reform esnasında yaşadıkları büyük sıçramayı tarihlerinden dersler alarak yaşadıklarını görebilseydik! Batılılar Hipokrat’ın yeminini hala okurlarken bizler İbn-i Sina’nın kim olduğunu bilmiyoruz bile! Batılı her öğrenci büyük hatip Cicero’yu ezbere bilir fakat biz büyük vezir Nizamü’l- Mülk’ün Siyaset-name’sinden haberdar değiliz! Napolyon, Hitler gibi canavar ruhlu adamların hayatlarını bile ezbere öğreniriz lakin Fatih’i, Kanuni’yi, Yavuz’u, Abdülhamit Han’ı sorsalar, ağzımızı açamayacak durumdayız neredeyse! Hepimiz en az bir sefer Dostoyevski, Balzac, Şekspir okumuşuzdur ama Fuzuli’yi, Baki’yi, Ali Şir Nevai’yi, Kaşgarlı Mahmud’u hiçbirimiz bilmeyiz! Yahya Kemal’i ve hatta Necip Fazıl’ı okurken bile zorlanan nesiller yetiştirdik biz! Bugün geldiğimiz noktada lise öğrencilerinin nazarında bir pop şarkıcısı ya da bir rock grubunun solisti bütün bu saydığımız isimlerden önce gelir ve hepsinden daha itibarlıdır! Üniversiteye yüksek tahsil yapmaya gönderdiğimiz çocukların her birinin en az iki yıl intibak eğitimi almaya, öğrenme sürecinin nasıl başladığını öğrenmeye ihtiyaçları var! Tarih bilgisini 1923’ten başlattığımız bu çocukların hangisine tarih şuuru aşılanabilir? Bu medeniyetsiz çocuklara hangi medeniyetin tarihini öğretebilirsiniz? Bu çocukların hangisinden vatanını milletini bilerek tanıyarak sevmesini ve insanlarına faydalı olmak için yaşamasını bekleyebilirsiniz? Bütün eğitim sisteminin bu yoksunluklar ortadan kaldırılacak bir biçimde yeniden yapılandırılması ve bu yapılandırmanın hiç vakit kaybetmeden acilen yapılması şarttır.